Çanakkale ve Akif nasıl unutturuldu?
İnsan
hafızası boşluk kabul etmez. Geçmişindeki bütün kayıtları, bugünü veri
alarak sürekli yeniden gözden geçirir, tekrar hizaya sokar, kimisini
eler, kimisini de öne çıkarır. Toplumların hatırlama mekanizmaları da
biraz buna benzer.
Toplumlar da başlarından geçmiş olayları
içinde yaşadıkları günün “dikiz aynası”nda belirdiği kadarıyla
hatırlarlar, yoksa kimsesizler mezarlığına defnederler.
Bugün
18 Mart’ı hatırlayan vardır da, 16 Mart’ı hatırlayan, anan var mıdır?
İyi ama 16 Mart İstanbul’un işgal günüdür ve o gün İngilizler
Şehzadebaşı Karakolu’nu basarak masum askerlerimizi hunharca şehit
etmişlerdir. Tarihimizin bu hakikaten acı günü, 1960’lara kadar
özellikle İstanbul’da anılır, 16 Mart şehitlerini yeni nesillerin
unutmaması için adeta çırpınılırdı. Ne yazık ki, unutulup gittiler.
Allah’tan ki, 18 Mart genel olarak “Şehitleri Anma Günü” ilan edildi
de, unutulan kim varsa o gün hatırlayabiliyoruz.
Sonra şu var:
Biz son yıllarda yapılan yoğun etkinlikler, programlar ve yayınlar
sayesinde zannediyoruz ki, 18 Mart 1915’ten itibaren Çanakkale zaferine
sahip çıkılmış, gençliğe atalarının bu vatan uğruna katlandıkları
fedakârlıklar olanca görkemiyle anlatılmış ve aktarılmıştır.
Bu
kanaatteyseniz fena halde yanıldığınızı söylemek zorundayım. Zira
Çanakkale, Enver Paşa’nın -ne yalan söylemeli, biraz da cephelerden
gelen yenilgi haberlerinin üstünü kapatmak için- Çanakkale’yi yeniden
gündeme getirme gayretlerinden sonra uzun bir unutulmuşluk devresine
girildi. Atatürk, bilinen ilk resmi Çanakkale ziyareti sırasında (1928)
bir şehitlik yapılması emrini vermiştir. Ancak bu “emir” de,
bürokrasinin örümcek ağına takılmış, yıllar yılı savsaklanmıştır.
Cumhurbaşkanı
sıfatıyla Atatürk’ün Çanakkale Savaşı hakkındaki bilinen ilk resmi
demeci, 1934 yılına rastlar. Bu konuşma da, aynı yıl, Anzakların
Çanakkale’yi ziyaretinin hemen ardından yapılmıştır ve ilginçtir,
Anzakları kucaklayan bir mesajdır. Törenlerde okuması için dönemin
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya verilen bu metni hatırlayalım mı?:
“Bu
memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost
bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler,
Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan
evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz.
Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde
rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra
artık bizim de evlatlarımız olmuşlardır.”
30 Nisan 1934’te
Avustralya’da çıkan “Melbourne” gazetesinde yayınlanan yazılı
açıklaması ise şöyledir: “Gelibolu Yarımadası’na yapılan çıkarma
hareketi ve muharebeler, burada kanlarını dökenlerin kahramanlığını
bütün dünyaya kanıtlamıştır. Bu savaşa katılan milletler için bu
savaşın sebep olduğu kayıplar ne kadar yürekler acısıdır.”
İşte
Çanakkale zaferi ilk kez o yıl bildiğimize yakın bir şekilde
kutlanmıştır. Daha önce de bazı törenler yapılmaktaydı elbette ama
bunlar genellikle resmi zevatın katıldığı ve kuru nutuklarla
geçiştirilen ruhsuz törenlerdi. O kadar kuruydu ki, yetkililer lüks bir
vapurun yumuşak koltuklarına kurulur, Çanakkale önlerinde demirleyen
vapurun içinde, karaya adımlarını atmaksızın gazetecilere demeçler
verir ve sonra kaptana ‘Çek evladım İstanbul’a’ diyerek geriye
dönerlerdi. Tabii basın da bu açıklamayı kısa ve kuru bir haber
şeklinde mütevazı bir köşecikte aktarırdı. O kadar.
Düşünün,
Çanakkale şehitlerine bir anıt inşası için ciddi bir adım atılması bile
Menderes dönemine rastlar. 1933’te Nihal Atsız, Fethi Tevetoğlu, Nejdet
Sançar ve Tevfik İleri gibi milliyetçi gençlerin gayretleriyle başlayan
ve tam 9 gün süren sivil Çanakkale gezisi, basın tarafından rahatsızlık
verici bir ‘olay’ haline getirilmişti. Hatta gençlerin aralarında para
toplamak suretiyle bir Çanakkale şehitleri anıtı yapılması girişiminde
bulunmaları karşısında zamanın CHP Genel Sekreteri Recep Peker, “Bu
işin sonu kötü olur” tehdidinde bulunmuştur.
Neden acaba?
Anladınız
tabii, o zamanlar Çanakkale henüz İngiliz birlikleri Çanakkale’de
bulunuyordu ve İngilizlerin bulunduğu bölgeler tel örgüyle çevriliydi.
İzinsiz içeriye girilemezdi. Bu durum, 1936’da imzalanan Montrö
Antlaşması’na kadar devam etti ve Türk askeri ilk defa Çanakkale
Boğazı’na o yılın Temmuz ayında girebildi.
Peki İngiliz işgali
altında bulunan savaş bölgesinde bir şehitler anıtı yapımı kimi
kızdırırdı öncelikle? İngilizleri tabii ki. Sonradan Başbakanlık
koltuğuna da oturacak olan Recep Peker de İngilizleri kızdırmak
istemiyordu. Ağzından çıkan “Bu işin sonu kötü olur” sözünün asıl
anlamı, “Türkiye’nin başını belaya sokacaksınız çocuklar” değil midir?
Sade Çanakkale’ye mi yönelikti unutkanlığımız? Ne gezer! Keşke öyle olsaydı.
Bildiğiniz
gibi bu yıl hükümet, İstiklal Marşı’nın kabul ediliş tarihi olan 12
Mart’ı aynı zamanda kanunla “Akif günü” ilan etti. Lakin bu bizi
yanıltmasın: Mehmed Akif resmi unutkanlıktan nasibini, 40’ı çıkana(!)
kadar fazlasıyla tatmıştı, yani Akif, günümüzden 30 küsur yıl önceye
kadar ölüm yıldönümlerinde resmen hatırlanmaz ve anılmazdı. Halk sahip
çıkıyor, devlet unutuyordu. İlginçtir, sonunda halkın dediği oldu.
İşte
Kültür Bakanlığı tarafından çıkarılan, yani resmi bir yayın olan “Millî
Kültür” dergisinden bir haber (Sayı: 2, Şubat 1977, s. 80.):
“İstiklal
Marşı’mızın yazarı, millî şair Mehmed Âkif Ersoy, ebediyete
intikalinden 40 yıl sonra, ilk defa devlet eliyle anıldı. (…) Rıfkı
Danışman, milli şairimize devletin de kadir-şinaslığını belgeleyen ilk
Kültür Bakanı oluyordu.”
Belirtelim ki, Mehmed Akif’in bu ilk resmi anılışı, 29 Aralık 1976 gününe rastlar.
Şaşırdınız,
biliyorum ama tarihin ambarı, doğru sandığımız izlenimlerle ve
hafızamızın bugünü geçmişe de yayma ve yansıtma arzusundan, daha
doğrusu alışkanlığından doğan çuval çuval yanılsamalarla doludur.
Mustafa ARMAĞAN
İnsan
hafızası boşluk kabul etmez. Geçmişindeki bütün kayıtları, bugünü veri
alarak sürekli yeniden gözden geçirir, tekrar hizaya sokar, kimisini
eler, kimisini de öne çıkarır. Toplumların hatırlama mekanizmaları da
biraz buna benzer.
Toplumlar da başlarından geçmiş olayları
içinde yaşadıkları günün “dikiz aynası”nda belirdiği kadarıyla
hatırlarlar, yoksa kimsesizler mezarlığına defnederler.
Bugün
18 Mart’ı hatırlayan vardır da, 16 Mart’ı hatırlayan, anan var mıdır?
İyi ama 16 Mart İstanbul’un işgal günüdür ve o gün İngilizler
Şehzadebaşı Karakolu’nu basarak masum askerlerimizi hunharca şehit
etmişlerdir. Tarihimizin bu hakikaten acı günü, 1960’lara kadar
özellikle İstanbul’da anılır, 16 Mart şehitlerini yeni nesillerin
unutmaması için adeta çırpınılırdı. Ne yazık ki, unutulup gittiler.
Allah’tan ki, 18 Mart genel olarak “Şehitleri Anma Günü” ilan edildi
de, unutulan kim varsa o gün hatırlayabiliyoruz.
Sonra şu var:
Biz son yıllarda yapılan yoğun etkinlikler, programlar ve yayınlar
sayesinde zannediyoruz ki, 18 Mart 1915’ten itibaren Çanakkale zaferine
sahip çıkılmış, gençliğe atalarının bu vatan uğruna katlandıkları
fedakârlıklar olanca görkemiyle anlatılmış ve aktarılmıştır.
Bu
kanaatteyseniz fena halde yanıldığınızı söylemek zorundayım. Zira
Çanakkale, Enver Paşa’nın -ne yalan söylemeli, biraz da cephelerden
gelen yenilgi haberlerinin üstünü kapatmak için- Çanakkale’yi yeniden
gündeme getirme gayretlerinden sonra uzun bir unutulmuşluk devresine
girildi. Atatürk, bilinen ilk resmi Çanakkale ziyareti sırasında (1928)
bir şehitlik yapılması emrini vermiştir. Ancak bu “emir” de,
bürokrasinin örümcek ağına takılmış, yıllar yılı savsaklanmıştır.
Cumhurbaşkanı
sıfatıyla Atatürk’ün Çanakkale Savaşı hakkındaki bilinen ilk resmi
demeci, 1934 yılına rastlar. Bu konuşma da, aynı yıl, Anzakların
Çanakkale’yi ziyaretinin hemen ardından yapılmıştır ve ilginçtir,
Anzakları kucaklayan bir mesajdır. Törenlerde okuması için dönemin
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya verilen bu metni hatırlayalım mı?:
“Bu
memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost
bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler,
Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan
evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz.
Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde
rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra
artık bizim de evlatlarımız olmuşlardır.”
30 Nisan 1934’te
Avustralya’da çıkan “Melbourne” gazetesinde yayınlanan yazılı
açıklaması ise şöyledir: “Gelibolu Yarımadası’na yapılan çıkarma
hareketi ve muharebeler, burada kanlarını dökenlerin kahramanlığını
bütün dünyaya kanıtlamıştır. Bu savaşa katılan milletler için bu
savaşın sebep olduğu kayıplar ne kadar yürekler acısıdır.”
İşte
Çanakkale zaferi ilk kez o yıl bildiğimize yakın bir şekilde
kutlanmıştır. Daha önce de bazı törenler yapılmaktaydı elbette ama
bunlar genellikle resmi zevatın katıldığı ve kuru nutuklarla
geçiştirilen ruhsuz törenlerdi. O kadar kuruydu ki, yetkililer lüks bir
vapurun yumuşak koltuklarına kurulur, Çanakkale önlerinde demirleyen
vapurun içinde, karaya adımlarını atmaksızın gazetecilere demeçler
verir ve sonra kaptana ‘Çek evladım İstanbul’a’ diyerek geriye
dönerlerdi. Tabii basın da bu açıklamayı kısa ve kuru bir haber
şeklinde mütevazı bir köşecikte aktarırdı. O kadar.
Düşünün,
Çanakkale şehitlerine bir anıt inşası için ciddi bir adım atılması bile
Menderes dönemine rastlar. 1933’te Nihal Atsız, Fethi Tevetoğlu, Nejdet
Sançar ve Tevfik İleri gibi milliyetçi gençlerin gayretleriyle başlayan
ve tam 9 gün süren sivil Çanakkale gezisi, basın tarafından rahatsızlık
verici bir ‘olay’ haline getirilmişti. Hatta gençlerin aralarında para
toplamak suretiyle bir Çanakkale şehitleri anıtı yapılması girişiminde
bulunmaları karşısında zamanın CHP Genel Sekreteri Recep Peker, “Bu
işin sonu kötü olur” tehdidinde bulunmuştur.
Neden acaba?
Anladınız
tabii, o zamanlar Çanakkale henüz İngiliz birlikleri Çanakkale’de
bulunuyordu ve İngilizlerin bulunduğu bölgeler tel örgüyle çevriliydi.
İzinsiz içeriye girilemezdi. Bu durum, 1936’da imzalanan Montrö
Antlaşması’na kadar devam etti ve Türk askeri ilk defa Çanakkale
Boğazı’na o yılın Temmuz ayında girebildi.
Peki İngiliz işgali
altında bulunan savaş bölgesinde bir şehitler anıtı yapımı kimi
kızdırırdı öncelikle? İngilizleri tabii ki. Sonradan Başbakanlık
koltuğuna da oturacak olan Recep Peker de İngilizleri kızdırmak
istemiyordu. Ağzından çıkan “Bu işin sonu kötü olur” sözünün asıl
anlamı, “Türkiye’nin başını belaya sokacaksınız çocuklar” değil midir?
Sade Çanakkale’ye mi yönelikti unutkanlığımız? Ne gezer! Keşke öyle olsaydı.
Bildiğiniz
gibi bu yıl hükümet, İstiklal Marşı’nın kabul ediliş tarihi olan 12
Mart’ı aynı zamanda kanunla “Akif günü” ilan etti. Lakin bu bizi
yanıltmasın: Mehmed Akif resmi unutkanlıktan nasibini, 40’ı çıkana(!)
kadar fazlasıyla tatmıştı, yani Akif, günümüzden 30 küsur yıl önceye
kadar ölüm yıldönümlerinde resmen hatırlanmaz ve anılmazdı. Halk sahip
çıkıyor, devlet unutuyordu. İlginçtir, sonunda halkın dediği oldu.
İşte
Kültür Bakanlığı tarafından çıkarılan, yani resmi bir yayın olan “Millî
Kültür” dergisinden bir haber (Sayı: 2, Şubat 1977, s. 80.):
“İstiklal
Marşı’mızın yazarı, millî şair Mehmed Âkif Ersoy, ebediyete
intikalinden 40 yıl sonra, ilk defa devlet eliyle anıldı. (…) Rıfkı
Danışman, milli şairimize devletin de kadir-şinaslığını belgeleyen ilk
Kültür Bakanı oluyordu.”
Belirtelim ki, Mehmed Akif’in bu ilk resmi anılışı, 29 Aralık 1976 gününe rastlar.
Şaşırdınız,
biliyorum ama tarihin ambarı, doğru sandığımız izlenimlerle ve
hafızamızın bugünü geçmişe de yayma ve yansıtma arzusundan, daha
doğrusu alışkanlığından doğan çuval çuval yanılsamalarla doludur.
Mustafa ARMAĞAN